5 Ocak 2014 Pazar

Beyin göçü





Ödemesi gereken vergi ve primlerden dolayı kazancının önemli bir kısmından vazgeçmek zorunda olan, az bulunan ve yetenekli elemanlar kazançlarının daha az bir kısmını vergi ve prim olarak ödeyecekleri bir ülkede iş bulup giderlerse ne olur?


İthal hekimlerin gündeme geldiği şu günlerde, sadece yabancı hekim transferinden değil, genel olarak beyin göçünden ve göç eden beyinlerin niteliklerinden, ülkelere maliyetlerinden bahsederek genel bir fikir jimnastiği yapmak ve biraz daha farklı pencerelerden bakarak sizlere çok yönlü bir bakış açısı sunmak istedim bugün.

Almanya'da kadın başına doğum oranı yaklaşık kırk yıldır 1.3 -1.4 çocuk civarında. Oysa nüfusun sabit kalması için gereken oran, 2.1. Nüfusun yaş ortalaması ise 44 olmuş. Yani nüfus hem küçülüyor, hem de yaşlanıyor. Yetişen 15 yaş altı nüfusun neredeyse dörtte biri ise bir meslek sahibi olmadan yetişiyor. Japonya ve Monaco’dan başka hiçbir ülke bu kadar yaşlı değil. Çalışabilecek yaşa gelenler, sadece emekli yaşlılara ve 18 yaş altındakilere değil, üç kişi bir araya gelip işsiz bir akranlarına da bakmak zorundalar. Almanya’da tam zamanlı çalışan 2 kişinin ödediği primler, 2 çocuklu bir anneye sosyal yardım olarak gidiyor.

Ülkemiz içinde ders çıkartılacak durumlar var, bu rakamlarda. Emekli sandığı bir dayanışma kasasıdır. Yani çalışan gençlerin yaşlı nüfusu beslediği, onlar yaşlandıklarında ise genç nüfus tarafından beslendikleri bir sistem. Gelecek kuşaklar, hem çalışıp kendi ayakları üzerinde duracaklar, hem emekli olmuş yaşlı bir nüfusa bakacaklar; hem 18 yaş altındaki nüfusun bakımını ve eğitimini üstlenecekler, hem de işsiz ve vergi, prim ödeyemeyen akranlarını besleyecekler.

Bakıma muhtaç olan emekli ve 18 yaş altı insan sayısı ve dayanışılacak işsiz sayısı ne kadar çoksa; ya ödenecek primler artacak ve gerekirse devlet sübvansiyonu artacak, yani ayrıca dolaylı ya da dolaysız vergiler sonuç itibarıyla bizlere yaşam pahalılığı olarak dönecek ve bu açıklar böyle ödenecek. Ya da bakıma muhtaç emeklilerin ve dayanışma içinde olacağımız çalışma çağındaki işsiz nüfusun eline geçecek miktar aynı oranda azalacaktır. Bu dengeler 'Aktüaryal Denge ' adı altında incelenir.

Sadece sermayenin değil, iş gücünün de serbest dolaşabildiği global bir dünya hayal edelim; Serbest dolaşıma girecek olanlar, elbette talep edilen kalifiye meslek mensupları olacaktır. 


Ödemesi gereken vergi ve primlerden dolayı kazancının önemli bir kısmından vazgeçmek zorunda olan, az bulunan ve yetenekli elemanlar kazançlarının daha az bir kısmını vergi ve prim olarak ödeyecekleri bir ülkede iş bulup giderlerse ne olur?

Sürekli krizlerden ve işsizlikten bahsedilip durulan bir ortamda neredeyse absürd ve saçma bir fikir jimnastiği gibi…

Melbourne, Seattle ya da Toronto gibi kentlerde yaşayanlar, kazançlarının daha az bir kısmını, ortalama olarak gelirlerinin % 20’si ila 25’i arasında değişen oranları, vergi, sosyal ve sağlık sigortası primi gibi gider kalemleri olarak ödüyorlar.

Almanya’yı geçen yıl terk eden 160.000 üretken, kaliteli elemanın maliyetine bir bakalım: Eskiden baktıkları 80.000 iki çocuklu anne için başka kaynaklar bulunmak zorunda kalınacak. Kişi başına düşen iç ve dış borç toplamından nasibine düşenlere bakarsak, bu göç eden 160.000 kişi yaklaşık 40 milyar Euro borçtan da kurtuluyor olacaklar. Göç edenlerin kişisel borçları olmayan bu borcu da, geride kalanlara paylaştırmak gerekecek ilaveten.

Kısacası gittikleri ülkelere hemen ve hatırı sayılır ekonomik katkıları olacak bu insanlar, terk ettikleri ülkeler için muazzam bir kan kaybı anlamına gelir. Terk ettikleri ülke yaşam standartlarını tutturabilmek için prim oranlarını arttırmak zorunda kalacak ama göç alan ülkeler, bu prim ve vergi oranlarını daha da düşürebilme olanağına kavuşarak göç baskısını zaman içinde daha da arttırabileceklerdir.


Göç alan ülkeler kabul ettikleri göçmenlerin dili, dini, ırkı, deri rengi vs. gibi özelliklere bakmıyorlar... Gelişmiş ülkeler birbirlerinden de kalifiye eleman kapabilmenin yarışı içindeler.

Göç alan ülkeler kabul ettikleri göçmenlerin dili, dini, ırkı, deri rengi vs. gibi özelliklere bakmıyorlar. Önemli olan kalifiye olmaları ve ülke ekonomilerine katkıda bulunabilmeleri. Göç almak, artık sadece az gelişmiş ülkelerden gelişmiş ülkelere doğru olmuyor. Gelişmiş ülkeler birbirlerinden de kalifiye eleman kapabilmenin yarışı içindeler.

Amerika bu işi neredeyse kendi ülkelerinde üniversite bitiren her yabancıya vatandaşlık teklif etmenin ötesinde, belli branşlarda üniversiteye kabul sınavlarını geçebilen her yabancıya kapılarını açmayı tartışıyor. Önemli olan yeni gelenlerde ülke içindeki ortalamanın üstünde bir zeka ve üretkenlik olsun. ABD’nin aldığı göçmenlerin % 55’i yüksek kalifiye elemanlar iken, Avustralya’da bu oran % 85, Kanada’da ise % 99.

Okul başarısı yüksek ve yüksek zeka sahibi insanlar bir arada daha mutlular ve gittikleri ülkede daha kolay kabul görüyorlar ve intibak ediyorlar. Kendi milletlerinden bile olsa başarısız ve eğitim seviyesi düşük insanlarla bir arada olmak istemiyorlar.

Eğitim seviyesi düşük göçmen alan ülkeler, uyum sorunlarıyla yıllarca boğuşuyorlar. Eğitim seviyesi düşük göçmenlerin gittikleri ülkelere katkıları uzun vadede negatif bile olabiliyor. Yani gittikleri ülkelere yaptıkları katkılar, ev sahibi ülkenin kendilerine sunduklarını çoğunlukla karşılamayabiliyor.

En çok göç veren ülkelerin başında ise yılda 550 bin kişi ile Çin geliyor. Taivan, Singapur, Hong Kong, Kanada gibi nüfusu yaşlanan ülkelere iş gücü ve taze kan, genç nüfus olarak akıyor. ABD’nin % 5’ini teşkil eden uzak doğu kökenliler, ülkedeki bilgisayar uzmanlarının % 30’unu oluşturuyor. Göç alan ülkeler hazır yetişmiş iş gücü kabul ederlerken, aynı anda onlarca yıl zaman kazanmış oluyorlar böylece. Bu elemanları pahalı, zahmetli ve riskli bir şekilde yıllar içinde kendileri yetiştirmek zorunda kalmıyorlar.

Sözgelimi Almanya’da 20.000 kadar Çin'li öğrenci üniversitelerde okuyor. Çoğunlukla matematik ağırlıklı bölümlerde. Mühendislik, bilgisayar mühendisliği ya da programcılığı gibi… Bu öğrenciler mezun olduklarında kendilerine en iyi koşulların sunulduğu ülkelere gitmek isteyeceklerdir. Bu başarılı ve yüksek nitelikli insanları elde tutabilmek ya da kendi ülkelerine gelmelerini sağlamak için iyi koşullar sunmak zorundasınız.

Dünyanın peşinde koştuğu öğrencileri mezun eden üniversitelerin yanı sıra, ailesinin parasıyla prestij olsun diye üniversite diplomasına gerek duyanları 'bacasız sanayi turizm' misali ülkelerine çekmek için paralı özel üniversite açanlar, uzun erimde farklı kategorilerde değerlendirileceklerdir kuşkusuz.

Ayrıca bu kalifiye elemanların yetişmesinin göç veren ülkeye kaça mal olduğunu da, ayrıca hesaplamak lazım. Hiç masraf yapmadığınız insanlar ülkenize gelip sizin ekonominize katkıda bulunmaya başlıyorlar. Bunun için hiç zaman kaybınız da yok üstelik. Liseden sonra kuluçkaya koysanız bir doktor 6 yılda yetişiyor örneğin ve bir mühendis 4 yılda.

Göç alan ülkeler göç veren ülkelere yardım ederlerken, aslında onlardan kazandıklarının kırıntısını bile geri vermiyorlar yardım adı altında.

Kendi başının çaresine bakabilecek bu kalifiye göçmenlerin çocukları da, eğitim ve gelecekte ekonomiye katkı anlamında gittikleri ülkeye uzun vadede daha az sorun çıkartıyorlar. Aileler eğitimi ciddiye alıyorlar.

Yardım alan nüfusun çocukları da istatistiklere göre akademik eğitim almada ve meslek sahibi olup kalifiye eleman olma konusunda daha başarısız.


Sosyal yardım kabaca 5 kategoride inceleniyor.
Birinci kategoride dünyada 160 kadar ülke, bunların arasında Hindistan ve Çin de var, vatandaşlarına pek bir sosyal yardımda bulunmuyorlar.

İkinci kategoride ABD var. Vatandaşlarına ömürleri boyunca toplam 5 yıl sosyal yardımdan yararlanabilmeleri olanağı sunuyor. Yani özürlülük gibi bir özel durumu yoksa, ömür boyu alabileceği toplam sosyal yardım sadece bu 5 yıl ile sınırlı.

Üçüncü kategoride İngiltere ve İtalya gibi ömür boyu ama oldukça kıt kanaat yardım veren ülkeler var.

Dördüncü kategoride Finlandiya, Norveç, İsviçre gibi ömür boyu ve cömert davranan ülkeler bulunuyor.

Beşinci kategoride sadece Almanya var. Almanya ayrıca çocuk başına annelere yardım yapıyor. Yardım alan kadınların çoğu işsiz ve çocuklarını okumaları için pek de motive edemeyen kadın grubu. Kariyer yapan kadınlar ve akademik statüdeki aileler, bu yardımlarla çok da ilgilenmiyorlar. Diğer Avrupa ülkelerine göre aile yapısı olmayan, babanın kim olduğu pek belli olmayan ya da babanın ortalarda olmadığı çocukların dünyaya gelme olasılığı dörtte bir kadar daha yüksek. (80’lerde çocuk yardımı alan 130 bin kadar çocuk varken, 2010 yılında bu sayı 2 milyon civarına çıkmış) (Amerika 20 yıl kadar tartıştıktan sonra bu şekilde bir çocuk teşvikinden vazgeçmiş. Şimdi Almanya bunu tartışıyor)

Bu açmazları değerlendiren Almanya’nın bakış açısı, benim algıladığım kadarıyla hemen hemen şöyle: Üretkenliklerini ve nüfus sayısını sürdürebilmeleri için gereken her yüz kişinin % 35’i hiç doğmuyor (nüfus küçülmesi), yaşlı nüfus artıyor, insanlar daha geç yaşlarda anne-baba olmaya karar veriyorlar (Bu arada kariyer yapan gelir düzeyi yüksek okumuş kesim çok sayıda çocuk sahibi olmak istemiyor), % 10’u başka ülkelere göç ediyor, % 15’i bir meslek sahibi bile olamıyor. Geriye kalan % 40’ı da bütün vergi ve prim yükünü sırtlanmak zorunda kalacak. 'Her yıl doğanların yüzde kırkı üniversite mezunu olmalı ' diyerek bastıran partiler var ve yöneticilere planlamalarını buna göre yapmayı önerenler çoğunlukta.

Ancak üniversiteye girişi kolaylaştırınca her giren bitiremiyor veya süre uzuyor ve maliyetler de artıyor; ya da mezun edilmeleri kolaylaştırılıyor ve yeterince kalifiye olamıyorlar. Yeterlilik ve sertifikasyon arasındaki orantı bozuluyor. Hem siz o sene liseyi bitirenlerin % 40’ına üniversitelerin kapısını açtınız diye, nüfusun % 40’ı üniversitede okumayı hak etmeyebiliyor dolayısıyla.

Amerika’da öğrencileri döken sert bir eleme sistemi var diye bazı üniversiteleri eleştirenlere Manhattan İnstitut’ tan Marcus Winters’in diplomatik ve zekice verdiği cevap şöyle: “ Üniversiteleri değil, üniversiteye gidecek öğrencileri yetiştiren orta eğitim sistemini eleştirmek gerekiyor aslında...”

‘Chronicle of Higher Education’ adlı haftalık yayında nüfusun ancak % 10’u ila % 15’i arasının yüksek eğitime elverişli olduğunu söylenmiş. American Enterprise İnstitut’tan Charles Murray. “ Ekonomik kayıpların yanı sıra, elenen çocuklar için de zaman kaybı ve psikolojik bir yıkımdır kapasitelerinin üstünde bir okula gitmek.“

Ülkemizde üniversite sınavında başarısız olan çocuklarımızın, yüksek meblağlar harcanarak denklik veren özel üniversitelere ya da yurt dışı üniversitelere gitmelerinin maddi ve manevi bedeli ülkemiz için nedir? İyi düşünmek gerek. Ayrıca toplumun her kesiminden toplanan vergilerin, daha çok orta sınıfa ait başarılı çocuklara harcanıyor olması da aslında fakir kesimden orta sınıfa yapılan bir maddi aktarım değil midir?

Girdiği işi yapabilmesi için alınması gereken eğitimin ortalama 2 ay olduğu işler için 4 yıllık okul bitirmiş eleman çalıştırmanın ne kadar israf olduğunu vurgularken, mezunların aldığı 4 yıllık eğitimin üstüne, girdiği sektörde ayrıca bir eğitim daha almak zorunda kalması gibi maliyet arttırıcı durumları da ayrıca bir incelemek gerek.

Üniversite kontenjanlarının ve eğitim içeriklerinin belirlenmesinde piyasayla, yani sözgelimi mühendislik bölümleri için sanayi ile daha yakın temasta olmak, öğrencilerin pratiklerini sağlar. Ayrıca, sanayinin ihtiyaçları doğrultusunda da ortak araştırmalar planlamak, finansman bulmak, risk sermayesi oluşturmak, bu branşlarla ilgili dünya gündemini çok iyi takip etmek, dünya standartlarında rekabet edebilecek nitelikte, yaratıcı, araştırmacı, mucitlik yetenekleri olan, hayal gücü yüksek, girişimci, kendine güvenen, bir araya gelip takım oyunu oynayabilen genç nesiller yetiştirmeliyiz.

Bu gençlerimize de sunabileceğimiz en iyi imkânları sunup kendi ülkelerinde mutlu olmalarını sağlamalıyız. En nitelikli beyinleri ülkemize çekebilmek için yasal, ekonomik, altyapı vs. sorunları çözmeli, belli merkezlerde dünyanın en iyilerini bir araya getirmenin yollarını aramalıyız.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder