5 Ocak 2014 Pazar

Hiç sonsuzluğu düşündüğünüz oldu mu ?



Sonsuzluğu çağrıştıracak bir resim bulamadım. her zaman +1 eklemek mümkün çünkü. Bununla idare edin.
 
Ne evrenin sonlu olduğunu, ne de evrenin sonsuzluğunu kavrayabilirsiniz. Her iki seçenek de akıl almazdır bizler için.

Aynı şey neden-sonuç ilişkileri için de geçerlidir. Her ne kadar Big Bang’e kadar geri gidebildiğimizi varsaysak da, ilk nedenin ne olabileceği, hatta bir varsayımda bulunabileceğimizi düşünsek bile, ondan önce, buna neyin neden olmuş olabileceğini sormadan duramayız.

İster neden–sonuç ilişkileri, ister uzay, isterse zaman kavramlarını ne sonlu, ne de sonsuz olarak düşünebilmemiz olası değildir.

Dışarıdan bakana göre 50 km/saat hızla giden bir tren düşünelim. İçindeki bir yolcu hareket yönünde 5 km/saat hızla hareket ederse, onun hızı dışarıdan bakan gözlemciye göre 55 km/saattir. Aynı hızla geriye doğru giderse 45 km/saattir. Sağlıklı bir insan aklı bunu anlar ve itiraz etmez.
Peki, ışık hızına yaklaşan bir uzay gemisini düşünelim. Hareket yönüne doğru bir ışık huzmesi gönderildiğinde hızı ne olur? İşte bu aşamada aklımızın söylediği ile gerçek dünyada geçerli olan fizik kuralları çelişmeye başlar. Işık hızının sabit olduğunu ve ışıktan hızlı gidilemeyeceğini, artık hızların birbirine eklenemeyeceğini ya da birbirinden çıkartılamayacağını anlamakta güçlük çekeriz. Hatta açıkçası anlayamayız.

Albert Einstein’ın dehâsı işte tam da buradadır. Gündelik yaşamımızdaki deneyimlerin dışına çıktığımızda fizik yasaları biraz değişir. Ya da bizim algılamaya ve yorumlamaya alıştığımızdan farklı işlemeye başladığını düşünmeye başlarız. Işık hızına yaklaştıkça zaman genişler (Dilatation), nesneler yassılaşır. Olaylar bir tuhaflaşır.

Atom-altı parçacıkların dünyasına indiğimizde de aklımızın almadığı tuhaflıklarla karşılaşmaya başlarız. Bunu sömüren popüler kitaplar da olaylardan daha anlaşılmaz paylar çıkartıp bizler için olayları daha bir gizemli ve anlaşılmaz hale getirmeye katkıda bulunurlar.

Özellikle ülkemizde halk düzeyinde anlaşılır bir dille yazma kaygısı olan Bilim Gazeteciliği de pek gelişmemiş olduğundan, modern bilim bizler için gittikçe mistikleşir adeta...

Peki neden anlayamayız? Ya da anlamakta güçlük çekeriz?
Bilimsel bir dille açıklamaya çalışalım; çünkü beynimiz evreni gerçekte olduğu gibi algılamak, anlamak ve yorumlamak için değil, yaşadığı ortama uyum sağlayıp hayatta kalmak için gelişmiştir de ondan.
Eflatun’ un (Platones) meşhur ‘ Mağara benzetmesi ‘ nde anlattığı;





“ Bazı insanlar karanlık bir mağarada, doğdukları günden beri mağaranın kapısına arkaları dönük olarak oturmaya mahkûmdurlar. Başlarını da arkaya çeviremeyen bu insanlar, mağaranın kapısından içeri giren ışığın aydınlattığı karşı duvarda, kapının önünden geçen başka insanların ve taşıdıkları şeylerin gölgelerini izlemektedirler. Gördüklerini gerçek olarak kabul etmektedirler“

Bu hikaye üzerinde biraz duralım. Yani, yaşadığımız dünyanın zihnimizdeki bir sinema perdesi üzerindeki izdüşümü üzerinde akıl yürütmek olarak ta günümüze taşıyabiliriz bu benzetmeyi…

Üstelik de elektromanyetik tayfın küçücük bir bölümünü algılayabildiğimizi hatırda tutalım.



Bütün tayfa bakarak aslında kör gibiyiz. Sözgelimi arıların bizim göremediğimiz ultraviyole (Ultra: ötesi, Viole: mor; Yani: morötesi) dalga boylarını, Baykuşların bizim göremediğimiz infraruj (İnfra: altı, ruj:kırmızı, kızıl; Yani: kızılaltı) dalga boylarını algılayabildiklerini biliyoruz.
Aslında bizim dışımızdaki gerçek dünyada renkler de yoktur, sadece elektromanyetik dalgalar vardır. Gözün retina (ağ) tabakasındaki reseptörler (algılayıcılar) tarafından algılanıp, nöronlarla beynin görme merkezine gönderilen sinyaller, burada nasıl olduğunu hâlâ bilemediğimiz bir şekilde ruhsal düzeyde renklere tercüme edilir ve renk olarak algılanır. Yani beyin bizlere bir kolaylık sağlayıp belli frekanslar arasını renk olarak algılar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder