5 Ocak 2014 Pazar

Işın hasarının kısa tarihçesi




28 Aralık 1895'te Wilhelm Condrad Röntgen, ‘Yeni bir tür ışın’ la ilgili araştırmalarını yayınlamıştı. Bir ay sonra da bir dersinde, bu gizemli “X-ışınlarından” bahsetmişti ve seyircilerin gözleri önünde İsviçreli Anatomi Profesörü Rudolf Albert von Kölliker'in bir elinin röntgenini çekmişti. Çekilen filmde profesörün elinin kemik yapısı bariz bir şekilde görülüyordu. Bu buluş çok hızlı bir şekilde tıp dünyasına giriş yapmış ve tıpta bir devrim yaratmıştı. New York Sun gazetesi bu olaydan “Bilimin zaferi“ diyerek bahsediyor ve Röntgen’in buluşunu “Röntgen, eti ve ahşabı delip geçen bir ışık keşfetti” şeklinde dünyaya duyuruyordu. Işınlara ‘Röntgen Işını‘ ve bu ışınlarla film çekilmesine de Röntgen'in adı verilerek ‘röntgen çekmek’ ve ‘röntgen filimleri’ deniyordu artık. 1901 yılında ilk fizik Nobel ödülünü alacak; 50.000 Kron tutarındaki ödülü, Würzburg Üniversitesine bağışlayacak, buluşu için patent almayı reddedecekti. Bu olaydan sadece bir yıl gibi kısa bir süre sonra, 1896 yılı sonuna doğru tıp dünyasında ’ışın hasarı’ ile ilgili 23 vaka bildirisi yayınlanmıştı. Bazı hastalarda yanıklar saptanmıştı. Radyolojinin öncülerinden James Ewing, bazı hastaların röntgen masasında katledildiğini yazıyordu. 1896'dan 1900 yılına kadar yaptığı deneysel sunumlar sırasında Profesör Friedrich Clausen’ın ellerinde bir çok meslektaşında da olduğu gibi, o zamanlar pek te önemsemediği yanıklar oluşmuştu ve daha sonra sağ elindeki bazı parmaklarını yitirmiş, daha sonra da sağ kolu kesilmek zorunda kalınmıştı. 6 hafta sonra da vefat etmişti. Bu arada röntgen ışınlarını geçirmeyen kurşun korumalar geliştirilmişti ama ne var ki çoğu hekim bunları pahalı ve kullanışsız bulduğundan kendilerini korumamış ve aldıkları ışınlar neticesinde hayatlarını kaybetmişlerdi. Ermeni kökenli Mihran Kassabian, bu olayların abartılıp dramatize edilmemesi gerektiğini söylüyordu. Bu tür abartılı yayınların gelişmeyi önleyeceğini ve hastaların yararına olan bu teknolojinin geliştirilmesine ve kullanılmasına engel olacağını söylüyordu. Ama 1910 yılında kendisi de aldığı yüksek doz ışın sonucu hayatını kaybedecekti. Columbia Üniversitesinden teknoloji meraklısı bir öğrenci olan Herbert Hawks, New York'un büyük alışveriş merkezlerinde meraklı seyircilerin gözleri önünde kendi vücudunun röntgen görüntülerini canlı gösteriler yaparak sergiliyordu. Fakat kısa süre içinde gözleri kanlanmış, saçları dökülmeye başlamış, göğsü alev gibi yanmaya başlamıştı. Dünya savaşı sırasında Röntgen, artık tıp dünyasının ayrılmaz bir parçası olmuştu. Röntgen altında kurşun ve bomba parçaları daha kolay bulunup çıkartılıyor, kırıklar röntgen altında tespit edilerek ve karşı karşıya getirilerek tedavi edilebiliyordu. Röntgen ışınlarının dozu artık daha dikkatli ayarlanıyordu. Yirmili yıllarda hekimler, ışınları cildin en üst tabakası olan epiderm’ in kızarmayacağı şekilde ayarlamaya başladılar. Bu, o zamanlar için ilk standartları oluşturuyordu. Bu arada başka bilim insanları farklı ışınlarla da deneyler yapıyorlardı. Mesela Antoine Henri Becquerel, 1896 Şubatı'nda Uranyum parçacılarının maddeyi delip geçen ışınlar çıkardığını bulmuştu. Uranyumpotasyusülfat’ın bir fotoğraf filmini kararttığı o zamana değin, pek dikkat çekmemiş ve Polonya asıllı Nobel ödülü alan ilk kadın bilim insanı, hatta çift Nobel ödülü alan (1903'te fizik ve 1911'de Kimya Nobel ödülü. Birden fazla Nobel ödülü alan dört kişiden birisi ve çift dalda Nobel ödülü alan tek bilim insanı) Marie Sklodowska Curie, Paris’te ışın çıkaran maddelere radyoaktif (Latince radius: Işın ve aktif olmaktan) maddeler ismini takmıştı. 1898'de Radyum ismini verdiği elementi izole etmiş ve kendisi gibi bir bilim insanı olan eşi Pierre Curie ile birlikte kendilerini bekleyen ışın tehlikelerinden habersiz, günümüzde çılgınca sayılabilecek koşullarda çalışmalar yapıyorlardı. 1898'de parmak uçlarında ışına bağlı tipik yanma belirtileri başlamıştı. 1934'te, 67 yaşında lösemiden ölecekti. Hatta ileride kızı da radyoaktif ışınlar yüzünden hayatını kaybedecekti. Telefonun mucidi, konuşma terapisti ve girişimci olan ingiliz Alexander Graham Bell (1847–1922) 1907 yılında kanser tedavinde ışın yayan maddelerin önemini kavramış ve ”Neden tam kanserin merkezine küçük bir parça radyum yerleştirmeyelim ki? “ demişti. 1920'lerde gramı 120.000 dolardan çok pahalı bir maddeydi. Cinsel iktidarsızlık ve kalp hastalıklarının tedavisinde de bu pahalı maddeyi kullanan hekimler vardı o dönemde. Her merak uyandıran yeni buluşta olduğu gibi, geleceği görebilen vizyonerler, olmadık deneyleri yapan maceraperestler ve durumdan para kazanmak isteyen şarlatanlar türemişti ortalıkta. Saat fabrikalarında da genç kızlar, ellerinde ince fırçalarla saat kadranlarına Radyum partikülleri sürerek saat kadranlarının karanlıkta parlamasını sağlıyorlardı. Bu kızların çoğu da kısa süre sonra ışın hasarları almışlardı. Amerikalı bayan gazeteci Catharine Caufield'in, 1989'da 'Parlayan Çağ'ında yazdığı gibi yağlı boyalara karıştırılan tadyum partikülleri ile yapılmış resimler karanlıkta parlayarak müşterileri cezbediyor, karanlıkta parlıyor diye radyumlu sıvılar ‘sıvı güneş ışığı’ olarak satılıyordu. Peki, ışınlar nasıl oluyordu da organik hasara yol açabiliyorlardı...?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder