Dünyamızın uzaydan çekilmiş bir fotoğrafına takıldım bugün. Baktıkça insanı
kendine hayran bırakan, aşık eden bir mavi küre…
Yüzde 71’i sularla kaplı 510 milyon kilometre kare
yüzey. 12.000 kilometre çapında bir küre. 40.000 kilometre çevresi.
" İnsan bunun ne kadarında yaşayabilir? " diye düşündüm. Karalar yaklaşık 150 milyon kilometrekare kadar, tüm alanın % 29’u.
Alanında insan yaşamayan yükseltileri (Belki ihmal edilebilir bir büyüklük ama olsun), çölleri, buzlarla kaplı vs. insan yaşamına izin vermeyen ya da çok zor ve ağır koşullar altında sürdürülebilecek alanları da çıkarsak, geriye ne kadar alan kalır acaba insan yaşamı için?
Bir de insanoğlunun kendi elleriyle yağmur ormanlarını yok ederek, nükleer denemeler ve nükleer santral patlamalarıyla radyasyon alanı, çöl vs. haline getirerek yaşanmaz hale getirdiği alanları, belki şimdilik ihmal edilebilir büyüklükler olarak algılasak ta, bu yaşanır alanlardan düşmek gerekir.
Fotoğrafın söylediği en önemli şey ise, 'Uzay Gemisi Dünya ' mızın sınırlı olduğudur. Kaynakların sınırlı olduğu, sınırsız büyümenin sadece kanser hücrelerinde olduğu ve insanoğlunun doğanın efendisi değil, bir parçası olduğu gerçeği.
Her ne kadar 10 bin metre kalınlığında bir biyosfer den bahsedilse de, denizlerin en derin yerlerinde ekstrem yaşam formlarına rastlansa da, insanoğlunun modern teknolojiyle içine insan koyup daldığı en derin noktalarda büyük bir heyecanla camdan dışarı bakıldığında, balık yerine bira ve cola kutularını görmek, araştırmaların vaka-i adiyelerindendir herhalde. Yani denizlerin 6.000 metre altı ve deniz seviyesinin 10.000 metre üstü gibi bir kalınlığı zorlamalar yapmadan canlı türlerin yaşam alanı olarak tanımlamak her ne kadar akademik olsa da, bu konu da daha dikkatli değerlendirmeler yapmakta fayda var bana göre.
Yine de bu kalınlığı gerçek olarak kabul edelim. Dünyayı elma büyüklüğüne indirgersek ve üzerine hoh’larsak, oluşacak nemin kalınlığı bu biyosferin kalınlığına denk gelir sanırım. Elmanın üstündeki Mont Everesti, belki parmak uçları çok hassas ve eğitim almış bir görme özürlü kardeşimizden başka kimse hissedemezdi herhalde.
Her bölgede, oranın iklimine ve öznel koşullarına binlerce yıl içinde uyum sağlamış bir fauna ve flora (Hayvan ve bitki örtüsü anlamında canlılar) vardır. Hatta bir de birbirlerine akord olmuşlardır. Yani oluşan eko sistem, buradaki canlı türlerini hem bir denge içinde, hem de birbirlerine bağımlı bir düzen içinde tutar. Böyle bir bölgeyi insanoğlu bir kere mahvederse, bağrına hançerini saplarsa, bu eko sistem ölür. Bıçağı çektikten bir süre sonra tekrar canlanmaz. Oradaki dengenin tekrar oluşması belki de on binlerce yıl alır.
Gözüm kendi yaşadığımız yeri bulmak için Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan toprakları ararken, gelecekte çocuklarımıza nasıl ve ne kadar bir yaşam alanı bırakacağız acaba? Onların gözleri, maviliğini yitirmiş, gri gezegenin nerelerine gidecek? " diye düşünmeden edemedim.
Oturdum biraz da nemli gözlerle bu makaleyi yazdım.
Çocuklarımızın, torunlarımızın geleceği için bir şeyler yapmamız gerek çok geç olmadan.
" İnsan bunun ne kadarında yaşayabilir? " diye düşündüm. Karalar yaklaşık 150 milyon kilometrekare kadar, tüm alanın % 29’u.
Alanında insan yaşamayan yükseltileri (Belki ihmal edilebilir bir büyüklük ama olsun), çölleri, buzlarla kaplı vs. insan yaşamına izin vermeyen ya da çok zor ve ağır koşullar altında sürdürülebilecek alanları da çıkarsak, geriye ne kadar alan kalır acaba insan yaşamı için?
Bir de insanoğlunun kendi elleriyle yağmur ormanlarını yok ederek, nükleer denemeler ve nükleer santral patlamalarıyla radyasyon alanı, çöl vs. haline getirerek yaşanmaz hale getirdiği alanları, belki şimdilik ihmal edilebilir büyüklükler olarak algılasak ta, bu yaşanır alanlardan düşmek gerekir.
Fotoğrafın söylediği en önemli şey ise, 'Uzay Gemisi Dünya ' mızın sınırlı olduğudur. Kaynakların sınırlı olduğu, sınırsız büyümenin sadece kanser hücrelerinde olduğu ve insanoğlunun doğanın efendisi değil, bir parçası olduğu gerçeği.
Her ne kadar 10 bin metre kalınlığında bir biyosfer den bahsedilse de, denizlerin en derin yerlerinde ekstrem yaşam formlarına rastlansa da, insanoğlunun modern teknolojiyle içine insan koyup daldığı en derin noktalarda büyük bir heyecanla camdan dışarı bakıldığında, balık yerine bira ve cola kutularını görmek, araştırmaların vaka-i adiyelerindendir herhalde. Yani denizlerin 6.000 metre altı ve deniz seviyesinin 10.000 metre üstü gibi bir kalınlığı zorlamalar yapmadan canlı türlerin yaşam alanı olarak tanımlamak her ne kadar akademik olsa da, bu konu da daha dikkatli değerlendirmeler yapmakta fayda var bana göre.
Yine de bu kalınlığı gerçek olarak kabul edelim. Dünyayı elma büyüklüğüne indirgersek ve üzerine hoh’larsak, oluşacak nemin kalınlığı bu biyosferin kalınlığına denk gelir sanırım. Elmanın üstündeki Mont Everesti, belki parmak uçları çok hassas ve eğitim almış bir görme özürlü kardeşimizden başka kimse hissedemezdi herhalde.
Her bölgede, oranın iklimine ve öznel koşullarına binlerce yıl içinde uyum sağlamış bir fauna ve flora (Hayvan ve bitki örtüsü anlamında canlılar) vardır. Hatta bir de birbirlerine akord olmuşlardır. Yani oluşan eko sistem, buradaki canlı türlerini hem bir denge içinde, hem de birbirlerine bağımlı bir düzen içinde tutar. Böyle bir bölgeyi insanoğlu bir kere mahvederse, bağrına hançerini saplarsa, bu eko sistem ölür. Bıçağı çektikten bir süre sonra tekrar canlanmaz. Oradaki dengenin tekrar oluşması belki de on binlerce yıl alır.
Gözüm kendi yaşadığımız yeri bulmak için Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan toprakları ararken, gelecekte çocuklarımıza nasıl ve ne kadar bir yaşam alanı bırakacağız acaba? Onların gözleri, maviliğini yitirmiş, gri gezegenin nerelerine gidecek? " diye düşünmeden edemedim.
Oturdum biraz da nemli gözlerle bu makaleyi yazdım.
Çocuklarımızın, torunlarımızın geleceği için bir şeyler yapmamız gerek çok geç olmadan.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder